21-28 Mart Dünya Ormancılık Haftasındayız. Bu hafta çok önemli bir hafta hattı zatında. 22 Mart Dünya Su, 23 Mart Dünya Meteoroloji günlerini geride bıraktık. Farklı mesleklerden, farklı yaşlardan, farklı yeteneklerden aynı amaçla bir araya gelmiş BİGTAYRamazan ayının 14., Mart Ayının 24. Günü Dünya Ormancılık, Su Ve Meteoroloji Günü Yürüyüşünü gerçekleştirmek üzere güneş doğuşundan bir saat sonra Biga Belediyesinin önündeki durakta bir araya geldik. Aracımıza bindikten sonra Kıbrıs Şehitleri caddesinden Şirintepe Mahallesine doğru yola koyulduk. Bandırma yoluna çıkarak hızla ilerledik. Güvemalanı geçerek Kepekli Köyü döner kavşağından Biga yönüne dönerek bir süre ilerledikten sonra sağa dönerek denize doğru yollandık. Çeltik anızlı tarlaların arasından devam ederek Gerlengeç yönüne giden yolun başında aracı durdurduk. Hazırlıklarımızı tamamlayarak yürüyüşe başlamak için ısınma hareketlerini yapmak üzere düzen aldık. Emekli Beden Eğitimi Öğretmeni Mustafa Bey'in şefliğinde ısınma hareketlerini yaptıktan sonra sırt çantalarımızı yüklendik başladık yürümeye. Güvemalan köyünün ilk kurulduğu yerlerdi buralar. Kuzeye doğru devam edersek Marmara denizine ulaşıyorduk. Önce denizin kıyısından Kumkent'e ulaşmayı düşünmüştük. Ancak yaptığım keşifte denizin kıyısından geçişimizi engelleyen azmaklar vardı. Hoyrat gölü alanına doğru giden bu alanda sık sık su birikintileri çıkardı karşımıza. Sulak alan özelliğine sahip bu alan kış mevsimindeki yağışların etkisi ile her yerde su birikintisine girmek zorunda kalacaktık. Mera olarak kayıtlı olan alanda kıyı bitkilerinin birçoğuna rastlayabilirdik. Toplulaştırma çalışmaları yapılmış bu düzlüklerde belirli aralıklarla geçiş yolları yapılmış aynı zamanda Gönen Çayından alınan suyun suladığı alanda yeraltı su tesisi döşenmiş, suyun tarlalarda sulama amaçlı alabilmek için belirli aralıklarla Hidrant adı verilen vana yerleri bırakılmış. Sulama sezonunda su ile dolan tesislerden vanalara takılan borularla su alınarak sulanabilir hale getirilmiş. Bu arada vatandaş tapulu tarlalarını hoyrat göl alanının dibine kadar ekilebilir hale getirdiğini görüyoruz. Göl alanı sazlıklarla kaplı. Dipteki suyu bile görmek nerede ise imkansız. Tavalardaki suyu boşaltmak için yapılan dereler birden önümüze çıkıyor. Göl alanının kenarını takip etmemiz de zor bu nedenle. Mecburen ulaşım amaçlı yolu takip ediyoruz. Sağımız solumuz çeltik tavası. Ancak henüz ekim mevsimi gelmediği için geçen yılın tavaları anızları ile birlikte olduğu gibi duruyor. Memleket haritalarında mezarlık olarak gördüğümüz güvem, karaağaç vb çalılarla kaplı bir alandan geçiyoruz. Her taraf işlenmiş olmasına rağmen burası eski yerleşimlerden kalan bir mezarlık olduğundan dokunulmamış gibi duruyor. Baharın gelmesi ile yavaş yavaş canlanmaya başlayan doğada çiçekler ve yeşil otlar bizi sevgi ile karşılıyor. Derelerin bulunduğu yerlerde menfezlerle geçişler sağlanmış ama akan suyun pek de temiz olmadığı kanaatı oluşuyor bizde. Bugüne kadar ormanlık alanlarda yürüdüğümüz için bugün biraz garip geldi arkadaşlarımıza. Dünya ormancılık haftasında ormanlarda yürümek ile çıplak alanlarda yürümemin farkını yaşayarak göreceğiz burada. Çeltik tarlalarından geçtikçe bir zamanlar sadece kralların padişahların yiyeceği iken bugün sofralarımızın vazgeçilmezi haline gelen pirinç pilavının soframıza gelene kadar ne kadar su harcandığını hayal etmek çok kolay burada. Bir kg pirinç yetiştirmek için 3400 kg suya ihtiyaç duyulduğunu öğreniyoruz. Buralarda Gönen Çayından su getirilmese idi çeltik yetiştirmek büyük olasılıkla yeraltı sularından temin edilecekti. Son zamanlarda izinli veya izinsiz açılan derin kuyulardan dolayı 160-200 metrelerden su çıkarmak zorunda kalınmıştı. Bir taraftan suyu düşünerek yürürken diğer taraftan da Hoyrat gölünü görmek için çabalıyoruz ama nafile. Her yer sazlık. İçine girmek zor. Arada bir çeltik tavalarının yöresel olarak tir denilen setlerinden sazlığa yaklaşıyoruz. İçine girip yürümek zor tabi. Bir süre yürüdükten sonra tekrar yola çıkmak zorunda kalıyoruz. Çeltik tavalarının ortasındaki yoldan yürümek pek zevkli olmasa da buradaki yürüyüş rotamız tamamen dümdüz. Denizden yüksekliğimiz 2 metre ile 5 metre arasında değişiyor. Sağımız Hoyrat Gölü alanı, solumuz ise çeltik tarlaları. Bir süre yürüdükten sonra önümüze bir dere çıkıyor. Derenin göl tarafına baktığımızda bir makine tarafından temizlendiğini görüyoruz. Derenin genişletildiğini, etraftaki ağaç gövde ve köklerin gelişi güzel atıldığını, dere kenarındaki toprakların da gelişi güzel yığınlandığını görüyoruz. Dere içinde biraz su akıyor. Belki gölün suyuna ulaşabiliriz diye yönümüzü dereye çeviriyor kenarından yürümeye devam ediyoruz. Sazların arasında söğüt ağaçları kendini gösteriyor. Dere kenarında yürüdüğümüz alanda kocaman ve semiz yaprakları ile deve dikenleri bizi karşılıyor. Önceki yıllarda yandığını düşündüğümüz kapkara, kabukları sıyrılmış söğütler karşılıyor bizi. Zaman zaman duyduğumuz sazlık yangınlarını hatırlatıyor bize. Neden yakıldığını bir türlü anlayamadığımız bu alanlarda yaşayan binlerce otsu ve odunsu bitkiler ile böcek, kelebek, hayvanlardan oluşan flora ve faunanın yok olduğunu düşünmek içimizi acıtıyor. İnsanoğlu ne yaparsa yapsın doğanın zaman içerisinde kendini rehabilite ettiğini görebiliyoruz. Tabi ki aslolan yakmamak. Korumak. Devlet Su İşleri tarafından ıslah çalışması yapılarak açılan dereyi bir süre takip ettikten sonra suyun sazlıkların arasında kaybolduğunu görüyoruz. Buradan devam edemeyeceğimizi anlıyor ve geri dönüyoruz. Bu arada her anı fotoğraflamayı da ihmal etmiyoruz. Tekrar çizdiğimiz rotayı bulup ilerliyoruz. Artık Güvemalan'ın çeltik tarlalarından çıkıp göl alanına doğru ilerlemek daha kolay. Suyun üzerinde yemyeşil bir doğa bizi karşılıyor. Vıcık vıcık ıslak toprağın üzerinde onlarca değişik bitki bir arada. Mevsim kuşlarının seslerini duymak güzel bir duygu. Suyun üzerinde başka bir doğa var burada. Ama karşıda evleri görmeye başlıyoruz. Yıllar önce parsellenmiş olan kışın yükselen su ile tamamen su içerisinde kalan alanda parseller arasında yollar yapıldığını, elektrik hatlarının dümdüz yolları takip ettiğini görüyoruz. Gözümüze çarpan 3-5 evin etrafının tamamen su içerisinde olması bizi ortaçağda su kanalları ile çevrilen ve içerisine timsahların beslendiği şatoları hatırlatıyor. Rutubet ve sivrisineğin buradaki insanları nasıl rahatsız etmediğini çözmeye çalışıyoruz. Sulak alanların dünyamız için ne kadar önemli olduğunu düşündüğümüzde rant uğruna korunması gereken bu alanların sularını boşaltmak için bu kadar çaba harcanması acı tabi. Yürüyüş güzergahımız boyunca bizleri değişik güzel sesleri ile karşılayan kuşların yaşam alanlarına insanların yerleşmesinin nelere malolacağını görebilmek önemli tabi. Sudan kurtulmak için büyük çaba harcanarak yükseltilmiş yollardan ilerleyerek kumsala ulaşıyoruz. Kumsal ayrı bir ekosistem. Burada tamamen tuza ve kuma dayanıklı bitkileri görmek mümkün. Baharın henüz başında olduğumuzdan çiçekli bitki sayısı çok az. Özellikle görmeyi hayal ettiğimiz kum zambakları sadece yeşil ve etli yaprakları ile bizi karşılıyor. Çiçeklerinin ne kadar zarif ve güzel olduğunu görmek için ağustos ayını beklemek zorundayız. Denizi gören arkadaşlarımız hızlanıyor ve değişik pozlar almak için çırpınıyor. Anı topluca ölümsüzleştirerek kum üzerindeki farklı bitkilerin arasından yürümeye devam ediyoruz. Denizde yazın oldukça sık ve bol görülen denizanalarına bakıyoruz. Su berrak ve deniz anası yok. Kum üzerinde gümeye benzeyen ağaç iskelet ve naylonlarla yapılmış eğreti yapıyı görüp içine dalıyoruz. İçinde masa, soba vb gereçler var. Deniz tarafında bulunan küçük pencereden yolculuk yapan kuşların gözlendiğini düşünüyoruz. Kumun kendine has bitkileri arasında bir küme iğde çalılaşmış halde bizi karşılıyor. Önümüze çıkan bir patikadan sazların arasına dalıyoruz. Bir eve yaklaşırken suyun içinden hızla yükselen bir ördek yüreğimizi hoplatıyor. Su kuşlarını bolca görmeyi hayal ettiğimiz bu alanlara erken geldiğimizi düşünüyor ve Kumkent sitelerinin kapısına ulaşıyoruz. Kocaman bir cami bizi karşılıyor. Caminin yanında bir zeytin bahçesi. Mevsim itibarı ile kimseciklerin bulunmadığı siteden bir Jandarma aracı çıkıyor. Bize doğru yaklaşıyorlar. Meraklı gözlerle bakınca BİGTAY yürüyüş grubu olduğumuzu söylüyoruz. Güvemalan'dan yürüyerek geldiğimizi anlatıyoruz. Bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını soruyorlar. Teşekkür ediyoruz. İnsanların en çaresiz anında yanıbaşında olan jandarmayı görmek bizi mutlu ediyor. Kumkent 220 civarında haneden oluşuyor. Cami önünde bekleyen aracımıza biniyoruz. Yaklaşık 3 km meşhur Gerlengeç domatesinin karpuzunun yetiştiği bitek ovadan geçiyoruz. Gerlengeç Köyünün Kuzey Doğusunda bulunan dişbudak korusunda aracımızı durduruyoruz. Parlak güneşin etkisi altında nerede ise hiç gölgeye oturmadan Güvemalan Köyünden çıplak çeltik tarlalarının ortasından, Sazlıklarla kaplı suyunu bile göremediğimiz Hoyrat gölünün kenarından subasar alanların parsellenmesi ile kurulmaya çalışılmış Kumkent'e yürüyen arkadaşlarımız kendilerini asırlık dişbudak ormanının içinde bulunca şaşırıyorlar. Suyun ne kadar önemli olduğu, yaşadığımız doğada tarımdan balıkçılığa, ormancılıktan inşaatçılağa, yaşadığımız evlerin mimarisinden, seyahat ettiğimiz her türlü araca …. vb etkisini gösteren iklim olaylarının inceleyen değerlendiren, olumsuzluklarından en az zararla çıkmamız için çalışan kuruluş meteorolojinin ne kadar önemli olduğunu anlamıştık herhalde. Doğa ve iklim her yerde farklı. Su varsa hayat var. Su yoksa hayat kısıtlı. 13 Ha büyüklüğündeki Dişbudak ormanını bölen yolun üzerindeyiz. Bu yolun altında Güvemalan ve Gerlengeç ovalarını sulayan sistemin boruları olduğunu hatırlatıyorum. Yıllar önce tesis planlandığında buradaki ormanın hiç düşünülmediğini, hattın masa üzerinde yapıldığını, ancak tesisin ormana kadar döşendiğini, arazinin bilerek planlanması halinde 70 metre soldan geçirilerek bu yolun üzerindeki ağaçların kesilmeyeceğini, ancak 22 tane ağacın kesilmesi planlanan izin alanında büyük tartışmalar sonucu 11 ağacı kurtarabildiğimizi hatırlatıyorum. Son zamanlarda ormanlık alanlardan kamu yararı düşüncesi ile lüzumsuz ormanların tahrip edildiğini, bir ağacın bile kurtarılabildiği düşüncesinin çok önemli olduğunu vurguluyorum. Yol ile ikiye ayrılmış dişbudak korusunun içine dalıyoruz. Bu tip ormanlar genelde su basar. Burada da ağaçların altı tamamen ıslak. Çayır bitkileri baharın etkisi ile yemyeşil kaplamış halde. Islak zemin üzerinde yeşil otların arasından suya batmamak için özenle asırlık dişbudak ağaçlarının altından geçerken çok heyecanlıyız. Her ağaç farklı bir güzel. Farklı gövde yapısındaki bir ağacın kimimiz üstüne çıkıyor kimimiz yanında durarak anı ölümsüzleştiriyoruz. Koca bir ağacın kesilmiş kütükleri bizi karşılıyor. İyice yaklaştığımızda ağacın kökünden devrildiğini farkediyoruz. Devrilen ağacın az da olsa dişbudak ağaçlarının arasına karışan saplı Meşe olduğunu anlatıyorum. Saplı Meşe Biga'da az miktarda bulunan bir ağaç türü olduğunu, genellikle taban arazilerde yetiştiğini, Biga'nın farklı yerlerinde yok denmeyecek kadar olduğunu hatırlatıyor, bunların korunmasının gelecek nesiller için öneminden bahsediyorum. Biraz ileride birkaç tane daha ağacın devrildiğini ve kesildiğini görüyoruz. Arada bir önümüze su dolu dere çıkıyor, kenarından dolanıp atlayarak geçiyoruz karşıya. Su birikintilerinin ekosistemi daha farklı. Su yüzeyi küçücük yapraklı su bitkileri ile kaplı. Kuzeybatı yönünde ilerlerken önümüze bir yapı çıkıyor. Beton bir yapı, üzerinde arı kovanına benzer küçücük beton yapılar. Yaklaşınca köyün fosseptiğinin biriktirilerek büyük bir ihtimalle arıtıldığı yapı diye düşünüyoruz. Betonun kötü görüntüsünün etrafına dikilecek yer örtücü bitkilerle kapatılmasının daha iyi olacağını düşünüyor yürümeye devam ediyoruz. Küçük ormanın sonuna geliyoruz ve yay çizerek geri dönüyoruz. Bu kez sol taraftan ilerliyoruz. Saplı meşeyi daha fazla görebildiğimiz bu alanda ağaçların altında çayır güzellerinin manzarayı nasıl da değiştirdiğine şahit oluyor kendimizi yere atıyor ve doğanın tadını doyasıya çıkarıyoruz. Böyle güzel bir doğadan ayrılmak bize zor geliyor. Zor da olsa gitmek zorundayız. Bizi bekleyen aracımıza doluşuyor, arkamızda Gerlengeç Köyünü bırakarak geniş Gerlengeç merasını bölerek Biga'nın yolunu tutuyoruz.