Biga telaşlı. Geleneksel 18. Gıda, Tarım, Hayvancılık ve Teknolojileri fuarı var bu hafta. BİGTAY olarak biz de fuarda yerimizi aldık. 1082 numarada Belediye Başkanımızın bize tahsis ettiği 18 m2'lik alanda üyemiz Fotoğraf sanatçısı Yavuz ASLAN abimizin fotoğrafları süsledi standımızı. Bir kamp çadırının önünde slayt gösterisi ile iki yıl boyunca yürüdüğümüz Biga'nın cennet köşelerinden çektiğimiz fotoğrafları gösterme imkanı bulduk fuarda. Fuarda standımız olduğundan Pazar yürüyüşümüzü de kısa tuttuk. Balıkkayası'ndan Sarıkaya Köyüne arası oluşturduk rotamızı. Farklı mesleklerden, farklı yaşlardan, farklı yeteneklere sahip aynı amaçla bir araya gelmiş insanlardan oluşan BİGTAY Doğa Yürüyüş Grubumuz belirlediğimiz rotada yürümek üzere sabahın sekizinde düştük yollara. Her zamanki buluşma noktamızda Sadullah bizi bekliyordu aracı ile. Selamlaşmadan sonra Biga'nın sırtını dayadığı Balıkkaya tepesine çıkmak üzere düştük yollara. Eskiden Cezaevinin bulunduğu yeni Biga İtfaiyesinin yanından Havdan yoluna döndük. Çöplük olmaktan kurtulamadığı yol kenarlarına dökülen çöplerden anlaşılan eski çöplüğü takip eden asfalt yoldan ilerleyerek Derviş Mehmet Çeşmesinin önünden Huzurevi yoluna döndük. Solumuzda Biga Avcılarının atış poligonunu solumuzda bırakarak Huzurevinin yanında durdu aracımız. Yolun hemen ilerisi Biga Balıkkayası Orman Parkı'na gidiyor. Biga'nın eteklerine kurulduğu memleket haritasında 179,6 m rakımlı gösterilen Balıkkayası Tepesi eskiden Seyrangah olarak biliniyormuş. Hatta Balıkkaya Orman Parkında bir çeşmede Seyrangah Çeşmesiyazar. BİSEV Biga Huzurevinin önündeyiz. Kireçtaşlarından oluşan Balıkkaya'sı kermes meşesi, akça kesme, bodur gürgen, menegiç vb maki bitki örtüsünün elemanları ile kaplı. Çalılıkların arasından geçerek uzun yıllardır kullanılmadığını düşündüğümüz tarlalardan yürüyüşümüzü sürdürdük. Toprak susuzluktan çatlamış, elimiz yarıklardan içeri girecek kadar büyük. Çalılar hariç tüm bitkiler kurumuş. Kuru otların üzerine basarak tarlalardan ilerliyoruz. Zaman zaman karıştırılmış toprakta yüzeye çıkmış taşların arasında kırmızı toprağı görüyoruz. Alanı sımsıkı kapatmış kesmes meşelerinin arasından açık alanlarda kuru otları tekrar tekrar çiğniyoruz. Patikaları takip ederek ilerliyoruz. Birden önümüze bir tarla çıkıyor. Biraz çalışılmış gibi duran tarlanın etrafında dikenli tel çekilmiş. Sağına soluna baktık. Açık bir yer bulamadık. "İte dalanmaktansa çalıyı dolanmak iyidir " deyimini düşünerek çalıyı dolandık, Eski Biga Havdan yoluna çıktık. Biga ilçemizin Cumhuriyet Mahallesi 124. Sokakmış ilerlediğimiz yol. Yürüyerek Biga-Havdan yolunu bulduk. Asfalt yolun kenarından yürüyerek Derviş Mehmet Çeşmesine ulaştık. Buralarda başka su bulamayacağımızı tahmin ederek mola verdik. Sırt çantalarımızda getirdiğimiz yolluklarımızdan yedik içtik. Çeşmenin suyunu içen arkadaşlar çok kaba olduğundan bahsettiler. Bir süre dinlendikten sonra yola revan olduk. Asfalt yoldan çıkarak soldan açık alanlardan tırmanarak sırta çıktık. Sırt boyunca ilerlerken bir taşocağı karşıladı bizi. Bir tarafı epeyce derin bir şekilde taşları alınmış kocaman bir çukur oluşmuştu. Ocağın kenarındaki açıklıktan ilerledik. Önümüze bir tabela çıktı. Sollama yasağı. Arkadaşlarımızı sollamamaları konusunda uyardık. Şakalaştık. Hakikaten daracık yolda sollama yapıldığında kazalar olabilirdi! Kuru otların arasında karaçalılar arımıza giriyordu zaman zaman. Arkamıza dönüp baktığımızda Huzurevi, Balıkkayası Orman Parkında bulunan restaurant manzaraya değer katıyordu sanki. Kuru otlarla kaplı tarla kenarından yolumuza devam ettik. Taşocağının çirkin görüntüsünü bırakıp kuru otları çiğneyerek ilerliyoruz. Uzun yıllar ekilip dikilmediği her halinden belli olan tarlaların sadece sınırlarında bulunan ağaçları takip ederek ilerliyoruz. Bir tarlanın sınırında aynı kökten çıkmış dörtlü beşli gövdeden oluşan ağaçların bulunduğu bir yere geldik. Dişbudak, akçaağaç, meşe vb türlerden oluşan ağaç topluluğunu çok sevdik. Ağaç gövdelerine dayanarak mola verdik. Değişik pozlar vererek anı ölümsüzleştirdik. Bir süre yürüdükten sonra "suları damlayan gariban bir çeşme" ve havuz çıktı karşımıza. Tek tek damlalar civardaki hayvanların susuzluğunu gidermeye yeter mi acaba dedik kendi kendimize. Değirmentepe mevkiine kadar çıkıyoruz. Bizi bir yol karşılıyor, takip ediyoruz tarlaların arasından. Önümüze bir konak çıkıyor. Etrafı çitle çevrilmiş bir de yeni dikilmiş zeytinler. Çitin çevresini dolanarak yolumuza devam ediyoruz. Kuru otların arasında daha önce kullanıldığı zar zor belli olan bir patika. Biraz dik olan tarladan yönümüzü aşağı verip ilerliyoruz. Yokuş aşağı inmek bizi zorluyor. Ağaçlıklı alana dalıyoruz. Ancak burada yine karaçalılar önümüzü kesiyor. Dallarından tutarak yolumuzu açmaya çalışıyoruz. Büyükçe açık alanın ortasındaki meşe ağacı bizi çekiyor kendisine. Meşenin dibinde birilerinin oturduğu ağacın dibine üstüste konmuş taşlardan belli. En önde ben olduğum için ilk gelen de ben oluyorum ağacın altına. Hemen ağacın dibindeki taşların üstüne oturuyorum. Diğer arkadaşlar da yavaş yavaş ağacın altını dolduruyor. Bazı arkadaşlar diğer arkadaşların altına yerleşiyorlar. Bir süre moladan sonra açık alandan devam ediyoruz yürüyüşümüze. Ahlat ağacının üzerinde bulunan ökseotu dikkatlerden kaçmıyor. Başka bir ağacın üstüne tırmanmış kuş üzümünden bulabildiğimizi ağzımıza atmayı ihmal etmiyoruz. Yaşlı dişbudak ağaçlarını selamlayıp geçiyoruz. Genç ama yoğun bir ağaçlık alana giriyoruz. Önümüze bir barınak çıkıyor. Barınağı şöyle bir gözden geçirip dolanıp gidiyoruz etrafından. Girdiğimiz ağaçlı alanda akçaağaç, meşe, dişbudak, gürgen vb değişik türler mevcut. Ağaç dallarının nerede ise kapattığı yoldan ilerliyoruz. Yola sarkmış kara meyveleri ile defne selamlıyor bizi. Defne olduğunu söylediğimizde bazı arkadaşlar iyice inceliyorlar. Önümüze Orman İşletme Müdürlüğü tarafından dikildiğini tahmin ettiğimiz rehabilitasyon yapıldığını gösteren tabela çıkıyor. Yol şevlerinde ağaçların köklerini de görmek mümkün. Yol kenarında pekmez toprağı alındığını tahmin ettiğimiz bir toprak çukuru görüyoruz. Yol bizi köye ulaştırıyor. Önümüze bir yıkıntı ile yeni yapıldığı her halinden belli olan bir inşaat çıkıyor. İki katlı olan yıkılmaya yüz tutmuş evin yüksek camından içeriye bakıyoruz. Yaşanmışlıkları üzerinde barındıran evin odasının tavanında belki de yiyecek kaplarının asıldığı bir çengel sarkıyor. İki evin arasında bulunan boşluktan dolanıyoruz. İki katlı olduğunu gördüğümüz eski evin aralık olan giriş kapısını zorluyorum. Açılmıyor. İçeriyi göremiyoruz. Tabi. Kapının önüne gelen arkadaşlarımız pozlarını veriyor. Görüntüyü cep telefonlarımızdaki hafızaya kaydediyoruz. Evin önünde iyice yıkılmış duvarların arasında eskiden ambar tabir ettiğimiz ahşap yapıyı görüyoruz. Üç gözden oluşan ambarda genelde kurur hububat saklanırdı. Taşlardan yapılmış duvarın çevrelediği alanın üstü eskilerin çokça kullandığı oluklu kiremitle kaplı olan ahşaplarla örtülmüş. Avlu kapısından sokağa çıkıyoruz. Geriye baktığımızda evin çatısında iki adet pişmiş tuğladan yapılmış bacaları görüyoruz. Köyün meydanına gelerekten bizi suları akmayan gariban bir çeşme karşılıyor. Birkaç musluğundan birini açıyorum tıs bile yok. Diğerinin kafası elimde kalıyor. Yanında bulunan plastik deponun musluğu da suya hasret. Köy içinde bulunan eski çeşmelerin restore edilerek su verilmesinin iyi olacağını düşünerek sokaklardan ilerliyoruz. Taş duvarların aralarında yeni yapılmış beton duvarlar pek de güzel durmuyor. Eski evlerin aslına uygun olarak restore edilmesi, içindeki yaşamların devam etmesi daha iyi olacaktır herhalde. Bazı evlerin taş duvarlardan oluşan alt katların üstünde pişmiş tuğlaların arasında ağaç malzemenin duruşu çok güzel. Ancak zamanla eskiyen işlevini kaybeden ahşap pencere çerçevelerinin penle değiştirilmesi uzaktan çakıyor gözümüze. Caminin önündeki ayaklarının çan taşı ile kaplanana beton musalla taşı son yolculuğun binek taşı gibi duruyor. Sokağı tam dönmeye hazırlanırken açık avlu kapısından birşeyler gözüme çarpıyor. İçeri dalıyorum, bir kadın ve erkek karşılıyor. Selam veriyorum, etrafı gözlerimle süzüyorum. Avlunun üstünü kapatan kararmış kalaslardan sarkan örülmüş soğanlar gözümden kaçmıyor. Hemen ileride ekmek fırını kendini gösteriyor. Evin sahibi Cahit bey ve eşi salça yaptıklarını söylüyorlar. Evin bahçesinde "Ayva sarı nar kırmızı sonbahar" dizeleri ile sonbaharın gelişini anlatan Cahit Sıtkı Tarancı'nın dediği gibi nar ağacı kendini gösteriyor. Sokak aralarından geçerken bazı bahçelerde narlar gözümüzden kaçmamıştı. Üzeri yeşil meyvelerle dolu mandalina ben buradayım diye bağırıyor sanki. Anadolu evlerinin odalarında eksik olmayan kabe desenli kilim Cahit beyin avlu duvarını da süslüyor. Cahit beye Sarıkaya ismini soruyorum. Sarıkaya Köyü'nün Bulgaristan'dan geldiklerini, Cıcak Dede'nin Köyü kurduğunu, Donukaraların, Bülbüllerin ilk aileler olduğunu anlatıyor Cahit Cıcak. Bülbülovası isminin de Bülbül ailesinden geldiğini hatırlatıyor. Cahit Beye ve eşinin sıcak karşılamasından etkileniyorum. Allaha ısmarladık deyip ayrılıyorum. Arkadaşlarımın gittiği kahvehaneye ilerlerken yamaçta macar meşesi olduğu her halinden belli olan koca meşeyi görüyorum. Kahveye dalıyorum. Kahvehane bu saatte açık olmamasına rağmen bizim için açmışlardı. Tazece demlenen çayları dağıtan kişi fotoğraf çekmemizi istedi. Bolcana çektim. Fotoğrafları kendisine göndermemi isteyen Kahveci adının Metin Yazan olduğunu söyleyince şaşırdım. Arkadaşlarımızdan Metin Yazan'ın olduğunu zannettim. Kendisinin adının Metin Yazan olduğunu söyleyince iyice şaşırdım. İki Metin Yazan bir araya gelmişti. Aralarına girip dileğimi diledikten sonra anı ölümsüzleştirdim. Bülbülovası'na yürüyüş maceramızın sonuna geldik. Aracımıza bindik. Tabi ki doğru Fuar alanındaki standımıza geldik.