5 Ocak Pazar. Dünya kuş günü. Kuşlar, doğal çevrenin önemli bir parçasıdır ve ekosistemin dengeleyici unsurlarından biridir. Kuşlar yaşadığı alanlarda ekosistemin sağlıklı olduğunun göstergesidir. Kuşlar ormandaki zararlıların kontrol altına alınmasında, bitkilerin tozlaşmasında büyük rol oynarlar. Kuşlar tüylü, kanatlı, sıcakkanlı, omurgalı hayvanlardır ve yumurtlayarak çoğalırlar. Dünyada yaklaşık 10.000 civarında kuş türü bulunmaktadır. Türkiye coğrafyasında yaklaşık 465 kuş türü bulunmaktadır. Kuşlar, küresel çevre rahatsızlıklarını saptamak için ekosistem sağlığı ve uyarı sisteminin barometresi olarak işlev gören kara ırklarıdır. Prof. Dr. Murat Tosunoğlu'na göre Türkiye'de yaşayan kuşların %70'inin Çanakkale'de yaşadığı tespit edilmiş olup şu ana kadar 316 kuş türü kayda geçmiş. Yarın yani 6 Ocak Pazartesi de dünya fasulye günü imiş. Tabi aynı zamanda kendini fasulye gibi nimetten sayanların da günü. Üç haftadır rotamızı Karaağaç Köyü olarak belirledik. Karaağaç bir ağaç türüdür. Karaağaç için Amerika'daki Kızılderililerin bir zamanlar kabukları liflerinden ip ve halat yapımında ve İç kabuğunu da ilaç olarak kullandıkları belirtiliyor araştırmalarda. Günümüzde mobilyacılık ve kaplamacılıkta kullanılır. Geçmişte Karaağaç tomrukları su borusu olarak da kullanılmış olduğu yazılı literatürde. 1919 yılında Hollanda'da görülen ve kısa zamanda Avrupa'ya yayılan karaağaç kurumalarına neden olan bir mantar hastalığı birçok yaşlı karaağacın kurumasına neden olmuş. Bugün dünyada karaağaçlarda büyük bir azalma sözkonusu. Gece ve gündüzün eşit olduğu gecenin sabahından yani 22 Aralık benim sorunumdan dolayı 29 Aralık Pazar günü yılın ilk karı yağdığı ve Karaağaç civarında eski Biga Çanakkale yolunun kayganlığı nedeni ile gitmekten vazgeçmiştik Karaağaç Köyü'ne. Artık bu Pazar gideceğiz Karaağaç Köyüne. Türkiye'de 54 köyün adı Karaağaç imiş. Karaağaç bir ağaç türü. Bazı yörelerde nazara iyi geldiğinden karaağaç dalını yanında taşır, eve, ağıllara asılırmış. Öküzlerin boyunduruğunu karaağaçtan yaparlarmış nazardan etkilenmesinler diye. Rotamız Karaağaç Köyü. Güneşin doğmasına yarım saat kala sabahın alaca karanlığında her pazar buluştuğumuz Belediye Durağına gitmek üzere yola çıktım evden. Bu Pazar çok kalabalığız 40 kişiye yakınız. Aracımıza alamadığımız bazı arkadaşlarımız özel araçlarla yola çıktılar Karaağaç Köyüne gitmek üzere. Farklı yaşlardan farklı mesleklerden aynı amaçla bir araya gelmiş insanlardan oluşmuş BİGTAY çıktı yola Karaağaç tarafına. Bursa Çanakkale yolundan ilerleyerek Üniversite Köyü Biga köylerinin ağası Ağaköy'den geçerek Pekmezli camisinin bahçesindeki yüzlerce yıllık koca servi karşıladı bizi. Yanından geçerek bir zamanların nahiyelerinden Karantı yeni ismi ile Gündoğdu köyünün içinden geçtik. Biga ve Biga dışında birçok kişiyi ve yerleşim yerini suya kavuşturan, ancak şu an sağlık durumu nedeni ile bu işleri yapamaz hale gelen çubukçu Avni amcayı anmadan geçemedik Gündoğdu'dan. Üzerinde Kozçeşme Göleti yapılarak boşa akması engellenen Büyükçay deresinin üzerindeki köprüyü geçince hemen sağda bulunan anıtsal nitelikli yaşlı Gündoğdu Çınarını geride bıraktık. Bir zamanların beldesi iken nüfusunun azalmasından dolayı köye dönüşmesine rağmen hala civar köylerin toplanma yeri olan Kozçeşme köyünden hızla devam ettik. Köyün çıkışında Biga Orman İşletme Müdürlüğü'nce orman alanından ayrılan yere dikilerek köylülere dağıtılan cevizlerin yanından geçerek eski Lapseki yoluna girdik. Genç meşe ağaçlarının arasında uzayıp giden asfalt yoldan Karaağaç yazan tabela bizi karşıladı. Biraz ilerde sağlı sollu Karağaça köyünü koca çınarlar yeşil mantosunu çıkardığından çıplak gövdesi ile hoş geldin dediler bize. Koca çınarları sevgi ile geride bırakarak Karaağaç Köy camisinin alt kısmına park ettik aracı. Araçtan inip bir merdivenden çıkarak caminin yan tarafında bulunan köy kahvesinin avlusuna girdik. Sağda meşe ağacı solda ise kızılçam karşıladı bizi. Yazın sıcağından insanları gölgeleyen yapraklarını kış mevsimi nedeni ile dökmüş olan yaşlı meşe ağacı sanki bu köyün tanığı gibi idi. Bir vatandaşın yanına oturup ağacı sordum. 70 yaşlarındaki aga çocukluğunda ağacın aynı olduğunu, bulunduğu yerin eskiden yola dahil olduğunu, avlunun zamanla genişletilmesi sırasında ön tarafa duvar yapılarak meşenin gövdesinin bir bölümü toprağın altında kalmış olmasına rağmen meşe sapasağlam duruyor. Yazın sıcağında gölgesi ile serinletip Karaağaçlılara hizmet veriyor. Yaşı ise anlatılanlara göre 150'den fazla. Avluda bulunan kızılçam ağacını ise öğrenci iken diktiklerini heyecanla anlatıyorlar. Hesabımıza göre altmış yaşlarında. Kahveye doluşuyoruz. Köy Muhtarı Metin bey bizi karşılıyor. Masalara dağılıyoruz. Birden kahvehane doluyor. Sırt çantalarımızda getirdiğimiz kahvaltılıkları masalara döküyoruz. Karaağaç Köyünün suyundan yapılan sıcak çaylarımızı yudumluyoruz. Kahvenin yan tarafında köyün camisi var. Caminin içine girdim. Bütün duvarları seramik kaplı. Tavanı ise ahşap. Kahvenin arkasından Lapseki yolu devam ediyor. Yolun karşısında eski köy okulu ve lojmanı. Boş ve atıl vaziyette duruyor. Okulun avlusuna giriyoruz. Geçmişi dinliyoruz. Bir an sapından tutup sallayarak çalınan zil sesi ve cıvıl cıvıl öğrencilerin bağırışları kulağımızda görüntüleri gözümüzde canlanıyor. Ancak şu an virane bir yapı maalesef. Karaağaç Köyü'nün Bulgaristan’ın Razgrat kasabası Karaağaç köyünden gelen 5 hanenin, Aşağıköy obasında yaşayan yörükler ile birleşerek kurdukları bir köy olduğunu öğreniyoruz Bulgaristan’daki köyün adını yaşatmak ve o yıllarda bölgede bolca karaağaç olmasından dolayı köye Karaağaç adının verildiğini öğreniyoruz. Köy, 1604 yılından beri aynı adı taşımaktaymış. Önceleri Lapseki'ye bağlı olan köyün sonradan Biga'ya bağlanmış. 80'li yıllarda 260 olan nüfus 2000'li yıllarda 170, 2023'de 15ı'e düşmüş. Her köy gibi Karaağaç köyünün nüfusu gün geçtikçe azaldığı, tarlaları bile ekecek insan gücünün de azaldığı aşikardır. Kahvaltımızı yaptıktan sonra hazırlanıp yola çıkıyoruz. Köyün meydanında bir elektrik direğinde leylek yuvası. Biraz ilerde bir leylek yuvası daha. Ama kış olduğundan leylek yuvaları boş. Direğin tepesine bakınca yaz günlerinde leylek ailesinin takır takır çıkardıkları sesleri duyar gibi oluyoruz. Bir sokağa dalıyoruz. Sokağın kenarındaki evlerin duvarları yeşil kesme taşlardan. Kesme taş duvarların üstünde delikli tuğlalardan örülmüş duvarlar kendini gösteriyor. Kesme taş duvarların arasında plastik pencereler. Sokak boyunca ilerliyoruz. Köyün dışına çıkıyoruz. Geçen hafta yağan karın etkisi ile derelere su gelmiş. Üzerindeki toprağın aşınması sonucu doğal beton halinde kalan yatay şistik yapıdaki kayaların üzerinden akan suların çıkardığı sesler bize mutluluk veriyor. Üzerinden atlayarak geçtiğimiz şırıl şırıl akan derelerden köyün hemen dışından doğaya açılan patikalara giriyoruz. Köyün hemen dışında hayvan barınakları, yanlarında üstü kaplı slaj yığınları. Tek başına bir ağaç dikkatimizden kaçmıyor. Üzerinde yaprakları olmadığından tanımakta zorlanıyoruz ama menengiç olduğuna karar veriyoruz. Tek başına duran ve epeyce kalın gövdeye sahip menengiç ağacı bizi şaşırtıyor tabi. Sığ toprak altındaki yatay tabakalı şistik kayaçların üstünde fazla ağaç veya çalı yok. tepsi gibi dümdüz kayaçların üzerinden geçip sığ toprak üzerinde gelişmiş ardıçların arasına dalıyoruz. Katran ardıcına benzettiğimiz ağaççıklar epeyce yaygın. Gruplar halinde yayılmış olan ardıçların arasında akçakesme, ağaç fundası kendini gösteriyor. Geçtiğimiz alanlarda tek tük yaşlı kızılçam ağaçları önümüze çıkıyor. Sandal ve kocayemişleri geçince meşe ağaçlarının alanı kapatmasından toprağın derinleştiğini anlıyoruz. Orman idaresinin yapmış olduğu ilk aralama bakımlarının etkisini görüyoruz. Baltalık işletmesi sırasında kesilen meşelerin köklerinden gelen çoklu gövdelerin teklendiğini görüyor aralarından geçerek ilerliyoruz. Üretim artıkları olan yaprakları kurumuş ince dalların üzerinden geçiyoruz. Bir süre ilerledikten sonra birden meşeler azalıyor, ardıç, akçakesme, sandal kocayemiş gibi türlerin yoğunlaşması ile birlikte patika kayboluyor. Arkadaşlarımızı durdurup önden birkaç arkadaş yolu kolaçan ediyor ancak çalıların sıklığından dolayı ilerleyemeyeceğimize karar veriyor ve geri dönüyoruz. Meşelikte mola verip yolu tekrar belirlemeye çalışıyoruz. Sola dereye doğru giden bir patikadan inerken hala çalı yoğunluğundan birbirimizi göremiyoruz. Dere içinden bir su çağıltısı bizi karşılıyor. Bu derede de biraz su var. Dere içinde tabakalı kayaçlardan oluşmuş sert zeminden inen suların çağıltısı insana büyük huzur veriyor. Fotoğraf çekmekten ilerleyemeyen arkadaşlarımızı dere içinde suyun çıkardığı rahatlatıcı ses eşliğinde bekliyoruz. Dere içinde çınarlar kendini gösteriyor. Belirlediğimiz rotadan bazen çıktığımızın farkına varıyor rota parelelinde ilerleyerek yürüyüşümüze devam ediyoruz. Dünya kuş günü ama ortalıkta kuş yok. Dereden yukarı çıktıkça meşe yoğunluğu artıyor. Bir süre yürüdükten sonra tarlalara çıkıyoruz. Sağ tarafımızda bir dere var. Derenin kenarında dereye doğru inen dümdüz bir kayalık görülüyor. Buradaki kayaçların dikey tabakalı olduğunu düşünüyoruz. Tarlalardan sağa doğru dönüyor bir yola giriyoruz. Yol biraz çamur bir süre ilerledikten sonra dereye bir patikaya sapıyoruz. Köylülerin Kestanedere dedikleri kayıtlarda ise alıç dere olarak adlandırılan derede biraz daha fazla su var. Karşıya geçiyoruz. Karşıda kalın gövdeli ağaçlar görülüyor. Kestane olduğunu farkediyoruz. Ormanın içinde ilerledikçe kestane ağacı sayısı çoğalıyor. Kestane ağaçlarının tepeleri kuru. Bunun nedeninin bütün dünyada etkili olan kestane kanseri olduğunu anlatıyoruz. Sırtın üzerine çıkacağız. Ama dik bir yamaç var. Bir kısmımız dik yamacı tırmandı. Tırmanamayanları ise yolun meylini azaltarak diğerlerinin yanına ulaştırdık. Sırtın üstünde bir üretim patikası mevcut. Mola verdik. Meşe ağaçlarının arasında süt kardeşliğimizi perçinleştirdik. Yolumuza devam ettik. Küçük kuru dereler derin. Dere kenarlarında kalın gövdeli yaşlı kestane ağaçları kendini gösteriyor. Meşelerin ve kestanelerin altı temiz. Aralardan yürüyoruz. Birden yine çalılar sıklaşıyor. Önümüzü kesiyor. Yürüyüşümüzü engelliyor. Geri dönüyoruz. Yolumuz yorucu ama bir o kadar keyifli. Orman banyosu bu olsa gerek. Bir süre geldiğimiz yoldan geri yürüdükten sonra sola bir patika buluyoruz. 50-60 metre sonra meşelerin arasında iki tekerlek izi bizi karşılıyor aradığımız yol tam da burası. Ardıç, sandal kocayemiş, akçakesme ve ağaç fundalarından oluşan sık çalılığın arasında iki tekerleğin izinin bulunduğu yoldan ilerliyoruz. İlknur Hocam şarkı söylemek istiyor. Telsizin mandalına basıyoruz. "Evreşe yolları dar" diyerek şarkısına başlayan İlknur Hoca'ya birkaç bayan arkadaş eşlik ediyor. "Bir fırın yaptırdım doldurdum ekmekleri, İki fırın yaptırdım doldurdum ekmekleri" dizeleriyle yedinci fırını yaptırırken İlknur Hoca tökezliyor ve yere kapaklanıyor. Telsizle anons geçiyoruz. "İlknur Hoca yedinci fırına düştü" Çok şükür herhangi bir sorun yok. Meşcereye kızılçamlar karışıyor. Dereye doğru ilerleyen yol bizi bir dereye ulaştırdı. Kestane dere veya Alıçdere'nin alt tarafına tekrar indik. Mini bir şelale bizi karşıladı. Gelen suyun üstüne daldı. Orman, su, doğa müthiş. Dünya kuş günü olmasına rağmen hiç kuşa rastlamıyoruz. Bir süre moladan sonra karşıdan patikadan yürümeye devam ediyoruz. Yol ikiye ayrılıyor. Sağdan ilerliyoruz. Biz önden ilerlerken arkadan gelen arkadaşları da uyarıyoruz. Ama biz süre sonra arkadaşların diğer yola girdiklerini öğreniyoruz. Biz dere kenarında yürüyoruz. Onların yukarıdan dereye yaklaşmaya çalıştıkları haberini alıyoruz. Düdük çalarak sesten bizi bulmalarını sağlıyoruz. Dere tabanının taş zemini sudan geçmemizi kolaylaştırıyor fakat taşların kayganlığı düşme tehlikesini arttırıyor. Ormanlık alandan çıkıp tarlalara ulaşıyoruz. Bizden ayrılan arkadaşları da yukarıdan bize ulaşıyor. Dere kenarında ilerliyoruz. Bir anda önümüze eski Karaağaç köy yeri ve deredeki şirin köprü çıkıyor karşımıza. Özel kesme taşlardan yapılmış köprü eskileri andırıyor, fakat korkulukları çok yeni demirden yapılmış. Bizi taşır mı endişesi ile köprünün üstüne diziliyor ve anı ölümsüzleştiriyoruz. Köprüden ayrılıp kalın ve uzun gövdeli meşelerin arasına dalıyoruz. Mezar taşları dikkatimizi çekiyor. Eski Karaağaç köyünün mezarlığı. Ancak umut tacirleri burayı da delik deşik yapmış. Her yeri kazmışlar. Mezarlıktan ayrılıp tarlalara dalıyoruz. Tarla aralarında eski köyden kalma duvar yıkıntıları gözümüzden kaçmıyor. Bazı tarlalarda kalın gövdeli ve yaşlı dut ve incir ağaçları burada bir yaşamın olduğunun kanıtları. Ancak köye adını veren karaağaçlardan genç de olsa bir tanecik bile göremiyoruz. Ama ısrarla köylüler burada karaağaçların bulunduğunu, ancak hastalık yüzünden yokolduklarını anlatıyorlar. Tarla aralarında bulunan ağaçların üzerinde küçük kuşlara rastlıyoruz. Dünya kuş gününde kuşları görebilmek bizi sevindiriyor. Sırt üstünde motosikletli gençleri görüyoruz. Selam verip zindanı soruyoruz. Onlar olmasa da Muhtar Metin Bey bana güzelce tarif etmişti köyden çıkmadan önce. Gençler bize tarif ediyor. Biz zindanın bulunduğu tepeciğe doğru ilerlerken gençler bize yetişiyor. Yol gösterip bizi tepeciğe çıkarıyorlar. Tepenin üstünde zindan dedikleri som kayadan oyma bir kuyu gibi duruyor. Ne zaman ne amaçla yapıldığı hakkında hiçbir fikrimiz olmayan kuyu çok tehlikeli. Etrafında hiçbir koruma yok. Tedbirsiz gelenler içine düşse çıkamaz. Etrafında umut tacirleri baya mesai yaparak epeyce kazmışlar. Hatta bir ara kuyuda hazine var diye içinde ne kadar pislik varsa temizlemişler. Daha önceden gelmiş olan arkadaşlarımız yukarı çıkmıyorlar. Tepe üstünde manzara çok güzel. Tepe altında biraz moladan sonra yola devam diyoruz. Karatarla mevkiinden soldan ormanın içinden meşelerin arasından yürüyoruz. Orman içi patikalardan Mengene dereye iniyoruz. Dereden geçip karşı yamaçtaki patikaya tırmanıyoruz. Epeyce yoruldu arkadaşlar. Ardıç ağaçları arasında ağaç fundalar, tek tük sandal ve koca yemişler arasında ilerleyen patikanın düzlediği yerde taşlardan oluşmuş zeminde mola veriyoruz. İyice dinlendikten sonra yürümeye devam ederek karşıda gördüğümüz Karaağaç yeni köye ulaşmaya çalışıyoruz. Köyün girişinde bir dere, karşıdaki kayaçların yatay tabakalı yapısı ile basamak basamak. Bir anda dikleşen basamaklardan akan suyun görünüşü harika. Derede bulunan şelalenin üstünden dolanarak köye giriyoruz. 6-7 kaz bizi karşılıyor. Kazlara ses çıkararak karşılık veriyoruz. Küçük bir dereciğin biraz üstünde yapılmış minik köprüden geçiyorum. Diğer arkadaşlar alt kısmından geçip gidiyorlar. Kesme taş duvarların arasından köy meydanına çıkıyoruz. Yorgunluk çayımızı içerken Ramazan Bey ve Yakup beyle biraz sohbetliyoruz. Kahve İşletmecisine Zülkani amcayı soruyorum. Sağ olduğu haberi beni sevindiriyor. Takla atıp atmadığını soruyorum. 80 yaşın üstünde olan Zülkani amcanın bu yaşına rağmen hala tepesinin üstünde yürüyebilmesi bizi şaşırtıyor. Kendisini göremiyoruz. Aracımıza binip Biga'nın yolunu tutuyoruz.